Belgin Doruk
1936'da Ankara'da doğdu. Henüz bir ortaokul öğrencisiyken Yıldız Dergisi ve İstanbul Film'in açtığı yarışmayı kazanarak sinemaya adım attı. Zeki Müren'le Son Beste, Kırık Plak, Hep O Şarkı, Bahçevan, İstanbul Kaldırımları, Hayat Bazen Tatlıdır'ın da aralarında bulunduğu bir çok filmde rol aldı. 1964 yılında Orhan Elmas'ın yönettiği 'Duvarların Ötesi' adlı filmde Tanju Gürsu ile başrolü paylaştı. Ayhan Işık ile iyi bir ikili oluşturdu ve birlikte çevirdikleri 'Küçük Hanımefendi' serisi çok tutuldu. Melodramların ve duygusal güldürülerin değişmez oyuncusu oldu. 1970'te yapılan 2. Adana Film Festivali'nde 'Yuvanın Bekçileri' filmiyle En İyi Kadın Oyuncu ödülünü aldı. 1975'ten sonra sinemayı bıraktı. 26 Mart 1995 yılında İstanbul'da öldü.
Önce yönetmen Faruk Kenç ve yapımcı Özdemir Birsel ile evlilik yapan Doruk'un hayatı trajedilerle ve zorluklarla geçti. Kendisinden 30 yaş büyük bir adama ilk eşi Faruk Kenç'e aşık olup evlenen Doruk, atlar, köşkler, yatlar katlar, binbir çeşit kostümler içinde yaşarken başka genç bir adama aşık oldu ve çöküşün başlangıcını yaşadı.
İkinci eşiyle oturduğu eve icra memurları geldi. Varını yoğunu alıp götürdüler. O da kızının evinden getirdiği eski koltuklarla idare etti. Hatta bu eski eşyalara hoşluk olsun diye eski çarşafları kesip örtü yaptı. O günleri gazeteci Bircan Usallı Silan'ın yazdığı Acı Dolu Yıllar adlı kitapta şöyle anlatıyordu Doruk "Düşünsene, onca zenginlikten sonra insanın evinde oturduğu koltuğa icra gelmesi çok acı."
İkinci eşinde de aradığı mutluluğu bulamadı Belgin Doruk. Eşinin iş gereği sık sık seyahate çıkması yüzünden kendisini kopkoyu bir yalnızlığın içinde buldu. Hatta yolu bir ara Fransız Lape Akıl Hastanesi'ne de düştü. O günleri de Acı Dolu Yıllar adlı kitabında şöyle dile getiriyordu:
´Acı dolu bir andı! Titriyordum, ağlıyordum, hıçkırıyordum. Beni beyaz, geniş, kolalı şapkalı hemşireler alıp uzun taş koridorlardan geçirdiler. Soğuk bir odaya koydular. Kimsenin beni buraya kilitlemeye hakkı yoktu. Ancak hemşire arkasına dönüp bakmadı bile. Bir süre sonra sesim oradaki öteki seslere, çığlıklara karıştı. Hiç unutmuyorum, bir keresinde kolumda uzun demir serum çubuğu ile ayağımı sürüye sürüye tuvalete gittim. Tuvaletten dönerken serumum kolumdan çıkmış ve kanım yerlere saçılmıştı. Hemşireden dikkatli olmadığım ve yerleri kirlettiğim için inanılmaz bir fırça yedim. Bunu sineye çekemeyip ağlama krizine tutuldum. O ilk gece nasıl geçti, inanamıyorum. Korkunçtu. Özdemir´in Ankara´ya gidip gelmeleri, şimdilerde dost olduğum bu yalnızlık çok zordu benim için. Özellikle Lape´den sonra böyle bir dönem yaşamam belki olayı daha da vahim hale getiriyordu. Oysa bu dönem tam bir nekahet devresi olmalıydı benim için. Asla yalnız kalmamalıydım ve üzülmemeliydim. Yani el üstünde tutulmalıydım. Ama nerede? İşte içinde bulunduğum bu durum bana sık sık ölümü düşündürür hale gelmişti. Tek kurtuluşun ölüm olduğuna inandığım pek çok an oldu. Ormanın içinde bir evde oturuyorduk. "O gece yağmur yağıyordu. Özdemir yine tüm işkolikliği üstünde, çalışma odasındaydı. Birdenbire dünyada benim yaşamamı gerektirecek hiçbir şey kalmadığını hissettim. Aldım elime bir kağıt kalem, ´Beni affedin. Yaşamak istemiyorum. Ben artık bu yaşamın yükünü kaldıramıyorum´ diye yazdım. Sonra da bir kutu hapı yutarak kendimden geçtiğimi anımsıyorum. Allah´tan Özdemir beni vaktinde bulmuş, Gül´lere haber vermiş, onlar da bir ambulansla beni hastaneye kaldırmışlar. Doktorlar uzun süre damarımı bulamamışlar iğne yapmak ve serum vermek için, ayak bileğimden yapmışlar müdahaleyi."
Doruk'un hastanede yaşadıkları bununla da bitmemiş. İşte yine kendi anlatımıyla yaşadığı en korkunç deneyimlerden biri: "Beni özel şok odasına aldılar. Narkoz verip şoku uyguladılar. İşlem bittikten sonra kayabalığı gibi yalpaladığımı hatırlıyorum bir de. Şok tedavi denen riskli olayı bana üç dört kez uyguladılar. Kilitli kapılar ardındaki esaretimin sona ereceği anı dört gözle bekliyordum. En sonunda beklenen o an geldi. Çıkış kapısında beni bekleyen kız kardeşim Oya ve yeni gelin olmuş bebeğim Gül vardı. İki gözümün bir çiçeği, canım, ruhum, kınalı kuzum, kızım, mis kokulu yavrum vardı. Onlara ayrılmamacasına sarıldım. Artık mutluydum.´
Doruk 1970'li yılların başında dönemin en ünlü gazinosu Çakıl'da sahneye çıkmaya da hazırlanmış. Ama söyleyeceği şarkının sözlerini unutunca bu hayali de suya düşmüş.
Önce yönetmen Faruk Kenç ve yapımcı Özdemir Birsel ile evlilik yapan Doruk'un hayatı trajedilerle ve zorluklarla geçti. Kendisinden 30 yaş büyük bir adama ilk eşi Faruk Kenç'e aşık olup evlenen Doruk, atlar, köşkler, yatlar katlar, binbir çeşit kostümler içinde yaşarken başka genç bir adama aşık oldu ve çöküşün başlangıcını yaşadı.
İkinci eşiyle oturduğu eve icra memurları geldi. Varını yoğunu alıp götürdüler. O da kızının evinden getirdiği eski koltuklarla idare etti. Hatta bu eski eşyalara hoşluk olsun diye eski çarşafları kesip örtü yaptı. O günleri gazeteci Bircan Usallı Silan'ın yazdığı Acı Dolu Yıllar adlı kitapta şöyle anlatıyordu Doruk "Düşünsene, onca zenginlikten sonra insanın evinde oturduğu koltuğa icra gelmesi çok acı."
İkinci eşinde de aradığı mutluluğu bulamadı Belgin Doruk. Eşinin iş gereği sık sık seyahate çıkması yüzünden kendisini kopkoyu bir yalnızlığın içinde buldu. Hatta yolu bir ara Fransız Lape Akıl Hastanesi'ne de düştü. O günleri de Acı Dolu Yıllar adlı kitabında şöyle dile getiriyordu:
´Acı dolu bir andı! Titriyordum, ağlıyordum, hıçkırıyordum. Beni beyaz, geniş, kolalı şapkalı hemşireler alıp uzun taş koridorlardan geçirdiler. Soğuk bir odaya koydular. Kimsenin beni buraya kilitlemeye hakkı yoktu. Ancak hemşire arkasına dönüp bakmadı bile. Bir süre sonra sesim oradaki öteki seslere, çığlıklara karıştı. Hiç unutmuyorum, bir keresinde kolumda uzun demir serum çubuğu ile ayağımı sürüye sürüye tuvalete gittim. Tuvaletten dönerken serumum kolumdan çıkmış ve kanım yerlere saçılmıştı. Hemşireden dikkatli olmadığım ve yerleri kirlettiğim için inanılmaz bir fırça yedim. Bunu sineye çekemeyip ağlama krizine tutuldum. O ilk gece nasıl geçti, inanamıyorum. Korkunçtu. Özdemir´in Ankara´ya gidip gelmeleri, şimdilerde dost olduğum bu yalnızlık çok zordu benim için. Özellikle Lape´den sonra böyle bir dönem yaşamam belki olayı daha da vahim hale getiriyordu. Oysa bu dönem tam bir nekahet devresi olmalıydı benim için. Asla yalnız kalmamalıydım ve üzülmemeliydim. Yani el üstünde tutulmalıydım. Ama nerede? İşte içinde bulunduğum bu durum bana sık sık ölümü düşündürür hale gelmişti. Tek kurtuluşun ölüm olduğuna inandığım pek çok an oldu. Ormanın içinde bir evde oturuyorduk. "O gece yağmur yağıyordu. Özdemir yine tüm işkolikliği üstünde, çalışma odasındaydı. Birdenbire dünyada benim yaşamamı gerektirecek hiçbir şey kalmadığını hissettim. Aldım elime bir kağıt kalem, ´Beni affedin. Yaşamak istemiyorum. Ben artık bu yaşamın yükünü kaldıramıyorum´ diye yazdım. Sonra da bir kutu hapı yutarak kendimden geçtiğimi anımsıyorum. Allah´tan Özdemir beni vaktinde bulmuş, Gül´lere haber vermiş, onlar da bir ambulansla beni hastaneye kaldırmışlar. Doktorlar uzun süre damarımı bulamamışlar iğne yapmak ve serum vermek için, ayak bileğimden yapmışlar müdahaleyi."
Doruk'un hastanede yaşadıkları bununla da bitmemiş. İşte yine kendi anlatımıyla yaşadığı en korkunç deneyimlerden biri: "Beni özel şok odasına aldılar. Narkoz verip şoku uyguladılar. İşlem bittikten sonra kayabalığı gibi yalpaladığımı hatırlıyorum bir de. Şok tedavi denen riskli olayı bana üç dört kez uyguladılar. Kilitli kapılar ardındaki esaretimin sona ereceği anı dört gözle bekliyordum. En sonunda beklenen o an geldi. Çıkış kapısında beni bekleyen kız kardeşim Oya ve yeni gelin olmuş bebeğim Gül vardı. İki gözümün bir çiçeği, canım, ruhum, kınalı kuzum, kızım, mis kokulu yavrum vardı. Onlara ayrılmamacasına sarıldım. Artık mutluydum.´
Doruk 1970'li yılların başında dönemin en ünlü gazinosu Çakıl'da sahneye çıkmaya da hazırlanmış. Ama söyleyeceği şarkının sözlerini unutunca bu hayali de suya düşmüş.
Hiç yorum yok: