Hipofiz bezi ve inatçı lekeler...
Şu, "seçmen" adıyla çağırdığımız, kendisine şaşmaz bir sağduyu
yanında yücelerin yücesi bir irade izafe edilen farazi şahsiyet, uzun ve
anlaşılması zor cümlelerle konuşmaya pek meraklı olmalı. Hepimiz onun
kankasıyız. Ön adıyla hitap etmekte bir teklifsizlik görmeyiz: "Aslında
şunu söylemek istedi ama bunu dedi..." Uzun cümlelerle konuştuğu muhakkak;
söylediklerinin decode edilmesine günler, haftalar, hatta aylar kafi gelmiyor.
Öte yandan başı ve sonu belli bir hükmün tebliğinden ibaret oluşuna karşılık, bu
code’ların birbirine taban tabana zıt
manalara, aynı anda ve gayet tutarlı argümanlarla tahviline engel bir durumla
da karşılaşılmaz. Her durumda onun kararlarındaki isabete hayranlık, hakkında
konuşma sırası elde etmenin birinci şartı. Bir nevi besmele...
Mutlaka bir büyütecin arkasına göz yerleştirerek ortaya çıkarılabilecek
derin mesajlar peşinde koşmak yerine bir an için gözlerimizi kapalı tutup sakin
kafayla düşünürsek, seçim sonuçlarının oradan bize bakıp duran yüzünde gayet
okunaklı biçimde şunu teşhis etmemiz mümkün olabilecek: AKP, yüzde 41'lik oy
desteğiyle muazzam bir sonuç elde etmiştir. Sonucun muazzamlığı, yüzde 41'in
Türkiye'de yapılan oy yarışlarında nadiren ulaşılabilen bir oran olmasından
gelmiyor sadece; bu performans partinin iktidardaki 13. yılında ortaya konmuş
olmakla da ayrıca muazzamdır. Önceki seçime nazaran 7 puanlık bir düşüşe dikkat
kesilenler, 2002 seçimlerinde bu partiye tek başına hükümet kurmak için gerekli
meclis çoğunluğunu sağlamış yüzde 34'lük performansa ilave edilmiş puanları
gözden kaçırmasın. Muhaliflerin, oradan bize bakmakta olan bu tabloya en
azından bir hayret nidasıyla mukabele etmesi daha makul durur; zafer sevinciyle
değil. Doğruya doğru...
Gözlerimizi kapalı tutmayı sürdürelim ve derin bir nefes alalım. Akıl ve
izana sadakatten ayrılmamak şartıyla tablonun bize kendini okutmak için ısrarla
cephemizi işgal eden yüzündeki aynı sonuçlardan cumhurbaşkanı için kesin,
keskin ve vahim bir yenilgi teşhis edilebildiğini farkedeceğiz. Erdoğan, bu seçim
sonuçları dolayısıyla pozisyonu hasar gören tek siyasi aktördür. 2007 yılındaki
Anayasa referandumu sonrasında yapılan değişiklikle cumhurbaşkanının doğrudan
halk oylamasıyla seçilmesi kararlaştırıldığında, bunun, milli iradenin dolaysız
ve en rafine haliyle tecellisine referans oluşturacağı, böylelikle diğer bütün
seçimlerin siyasi sonuçlarını ikincil kılacağı ilan olunuyordu. Erdoğan
geçtiğimiz yılın Ağustos başlarında, hem de birinci turda, yüzde 52'ye yakın oy
desteğiyle cumhurbaşkanı seçildi. Henüz, görevindeki ilk yılını bile doldurmamışken,
yani sadece on ay gibi kısa bir süre zarfında, arkasındaki oy desteğinin yüzde
10'luk bir dilimin firar ettiği anlaşılıyor. Sürenin kısalığına ve oy
desteğindeki erozyonun yoğunluğuna dikkat!... Zira oy desteğindeki bu eksi
zammın Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığı yarışındaki rakiplerinin safında bir artışa
yol açmış olması ihtimalini göz önünde tutma sorumluluğumuz da var. "Yüzde
60'lık blok" argümanı, AKP'ye karşı değil ama bütün politik muhtevasıyla
cumhurbaşkanına karşı ileri sürülebilir.
Gelelim, 10 Ağustos 2014'teki armutlarla, 7 Haziran 2015'teki elmaların
aynı hendese aritmetiğinde muhasebe edilip edilemeyeceği meselesine... Bu
hesapta bir dört işlem hatası aranacaksa, 7 Haziran'da AKP'den oyunu esirgeyen
yüzde 11'e yakın bir seçmen diliminin (kabaca 5 milyon oya tekabül ediyor)
aslında Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığından memnun ama hükümetten şikayetçi
olduğu varsayımına istinat etmek gerekecek. Yani bu durumda Türkiye’deki seçim
barajını aşıp parlamentoya girmeye çalışan partilerin hedeflediği kadar bir oy
barındıran bu seçmen çeşidi, onun şahsi talebi olan 400 milletvekili siparişine
aslında “hayır” demedi ama desteğini AKP'ye değil de başka partilere oy vererek
göstermeyi tercih etti.
"Lütfen alıcılarınızla oynamayın" ikazı da ilave edilecekse olur
tabi. Bu argümanın mizah potansiyelini takdir edenler çıkacaktır. Şayet
Erdoğan, kasıtlı bir vurguyla başkanlık sistemi için 400 milletvekili talebini
seçimin biricik teması haline getirip, meydanları ve medyaları bu talep
doğrultusunda tavaf etmemiş olsaydı, belki bu itirazın bir tevil değeri olurdu.
Erdoğan seçilmiş cumhurbaşkanı olarak 7 Haziran'da kendi pozisyonunu oya
sunarken bu risk/kazanç değişkenlerini hesaba katıyor olmalıydı. Şimdi ortaya
çıkan maliyete itiraz edilince "canın sağolsun" diye mukabele etmek,
bizim müşteri memnuniyeti prensibimiz icabı mı sayılıyor? Gitsin, başka
bakkaldan alışveriş etsin...
Tayyip Erdoğan'ın siyasi dehasını anlamak için, ne fahri doktora beratı
koleksiyonuna ne de bitirdiği okullardan aldığı diplomalara işlenmiş derecelere
göz atmanın faydası olur. Ondaki dehayı, aktüel siyasetin dilinin bir iğne
darbesiyle patlatılıp parçalara ayrılıverecek kadar içi boş, kocaman
balonlardan ibaret olduğunu, birer travma eşliğinde görmemizi sağlayan
skandallarıyla ilişkilendirerek anlayabiliriz. Farklı devletlerin en üst
düzeydeki temsilcilerinin katılımıyla düzenlenen diplomatik belagat
becerilerinin yarıştırıldığı bir oturumda "van minüt!" diyerek söz
sırası kapmaya hamle etmek, bir şahsiyet ve haysiyet performansı olarak takdim
edilebileceği farkedilene kadar düpedüz skandaldı mesela. Üstelik hatta,
benzeri görülmemiş büyüklükte bir skandaldı. Bu laf -ya da aksiyon-, kenar mahalle
bıçkınlarının raconundan sekip uğramış gibidir. Evsafında bir kurşunun
sürprizini barındırır. Elit toplulukların rafine söz dağarcığı böyle bir
davranışı nitelemek için şuna benzer sözcükleri depolamıştır: lümpen,
pejoratif, vulgar. Biz ‘amiyane’ tabirine başvurabiliriz.
Slavoj Zizek, iki cümlesinden birinde Lacan'a göndermeler içeren
"Yamuk Bakmak" adlı kitabında "görme"yle "bakış"
terimlerine yadırgatıcı açıklamalar getirir. Buna göre görmek, arkasına göz
yerleştirdiğimiz eylemdir; oysa bakış, görülmeye dönük bulunma halini tanımlar.
Yani görme özneye, bakış nesneye içkindir. Zizek, çoğu Hitchcock külliyatından
getirilmiş örneklere başvurarak giriştiği bu kavramsallaştırma denemesinde,
toplulukların 'ortalama'ya (normal) dair ölçülerini (yani 'cemaat içi medyan'ı,
yani 'media'yı) "Büyük Öteki" adıyla formüllendirir. Buna göre
sözgelimi "Saboteur (1942)"deki Nazi ajanlarıyla Amerikan ulusunun
büyük bir tehditle karşı karşıya olduğundan haberdar durumdaki kahramanımız
Barry'nin kovalamaca oynadığı nezih parti salonu sahnesinde, her iki tarafın da
asıl meşgalelerini titizlikle gizleme zorunluluğu duymaları "Büyük
Öteki"nin varlığıyla açıklanabilmektedir. Partide bulundukları süre
zarfında tarafların, bir yandan kaçma/yakalama rekabetinin gereği taktikler, stratejiler
geliştirirken, bir yandan da, mesela dans etmekten, sohbetlere katılmaktan,
hatta yeri geldiğinde topluluğa hitap ederek nutuk irad etmekten kaçınmamaları
icap eder. "Büyük Öteki" ile "Kaos" tahterevallideki zıt
kutupları işgal etmektedir. Tarafların kimliklerini ve niyetlerini açık edecek
herhangi hatalı bir hamle, "Kaos" lehine, "Büyük Öteki"deki
çözülmeyi başlatır.
Zizek'in 'yamuk bakış'ıyla (hakikatin tezahür edeceği biricik perspektifin
açısı demek bu) nosyon sıkıntımızı da giderdikten sonra şunu yazabilecek duruma
geliyoruz: Bir topluiğne ucu olup "Büyük Öteki" balonuna batmak,
Tayyip Erdoğan'a siyasi kariyerindeki en parlak zaferleri bir öngörülemezliğin
(Zizek buna 'olumsallık' diyor) sonucu halinde ve peş peşe hediye ediyor.
"Büyük Öteki"nin çözülerek parçalanmasıyla ortaya çıkan manzarayı
anlamlamlandırma çabasını bir sonraki aşama için de devam ettireceksek, Zizek'i
takipten vazgeçmekte selamet var. Balonu patladıktan sonra "Büyük
Öteki"yi bir arada tutan simgeler ağının iflası, bana kalırsa bir başka
merkez ekseninde teşekkül eden yeni bir "Büyük Öteki"yle telafi
ediliyor değil. Ama, çeperdekilerin merkeze ilticasıyla ve bilhassa aynı
simgesel değerlere referans temelinde yeni-den tesis ediliyor. ..... Eskisine simgeler ağı
düzleminde gerçekleştirilen sürpriz saldırının şokunu atlatamayarak dağılmış
bazı ufak tefek parçaların ihracını müteakip, yola aynı derecede içi boş ama bu
kez iğne darbelerine sağır bir başka balonla devam ediliyor.
Erdoğan'ın adli yıl açılış merasiminde "konuşmasını çok uzattı”ğı
gerekçesiyle Barolar Birliği başkanına müdahalesini de balonla iğne ucu
arasındaki temasın bir başka örneği olarak hatırlamak gerekir. Erdoğan, bu
memlekette nutuk iradı sırasında sözlerini tasarruflu seçmekle temayüz etmiş
birisi, herhalde değildir. Uzun uzun ve her gün tekrarlanarak yapıldığı için,
konuşmasından bıkılıp usanılması ihtimali en yüksek olan bir zatın, bir
konuşmacıdan şikayet için bir başka gerekçe arama zahmetine bile girmeyip
hırçınlaşması, tezattaki kontrastı daha ötesi olamayacak denli abartılı hale
getiriyor. Aynı bıçkın jargon, aynı kurşuni sürpriziyle zuhur etmiştir.
Şüphesiz skandaldır.
Olayın ardından AKP PR’cılarından saatli bomba infilakının hasar tespiti
sonuçlarına dair bir açıklama beklenirken, başbakanın baro başkanına ağzının
payını verirken pek veciz bir üslup kullandığı mealindeki kontr-atak fırsatının
fikirdetiliverdiğini gördük. Öte yandan, hükümete yönelttiği eleştiriler bir
yana, Barolar Birliği başkanının konuşmasıyla sahiden baydığı, salondaki
topluluğun geniş bir kesimi tarafından paylaşılan bir kanaat. Orada bir ihtilaf
yok. Nitekim, önce Erdoğan'a devlet adabını ve protokol esaslarını hatırlatması
beklenen CHP’den, ardından da toplantının ev sahibi konumundaki Yargıtay
başkanından peş peşe gelen yazılı açıklamalarda Erdoğan'a destek çıkılacak,
konuşmacı eleştirilecekti. Böylece bir kez daha, skandal için hiç hesapta
olmayan bir sorumlu imal edilmiş oldu. Siz deyin, "öngörülemez
sonuç", ben diyeyim, "olumsallık"...
Bu çıkış, yukarıda andığım kitabında Zizek tarafından, Hans Holbein'in
"Elçiler" tablosunun eteğine yerleştirilmiş münasebetsiz bir kafatası
figürüne işaretle, "leke" diye adlandırılan görsel ifade tekniğine
karşılık geliyor olmalı. Teknik, ifadeyi tecavüze uğratılmış haliyle kurmaya
dayanıyor. Tiyatrodaki "yabancılaştırma efekti"ne yakın bir dil öğesi
diyelim. Leke, kendini estetik bir ifade olarak takdim eden görsel öğenin
yüzeyinde beliriyor ve doğrudan onun simgesel ifade kapasitesine saldırıyor.
İtibarını da itibariliğiyle birlikte siliyor ve bir balonu şişirmekten öte
herhangi bir anlam ihtiva etmediğini faş'ediveren bir dilsel fonksiyon icra
ediyor. Pervasızca öne çıkarken, yüzeyi arkaya itip, aşağılıyor. Böylece
balonun içinin, patladıktan sonraki halini görebilmemiz mümkün oluyor.
Yukarıda hatırlattığım iki örnek, (“van minüt” ve adli yıl açılışı töreni)
başka başka kapılara çıkması da pekala muhtemelken, Tayyip Erdoğan lehine bir
sonucun tecellisine varmış bu iki balon patlatma efsanesi, gerçeklikten sarkma
yapan aykırı öğelerin, iki zıt yorumdan biri lehine manipüle edilebileceğinin
bilgisini tecrübe etmemizi sağlayan birer numune kıymetinde sayılmalı. Sonucun
ortaya çıkması değil belki ama ortaya çıkmış sonuca ne şekillerde vaziyet
edileceğinin iradi müdahaleler için elverişli bir alan barındırdığı bu ve buna
benzer vesileler sayesinde keşfedildi. Farkına varmamız gerekir ki, gerçeklik,
hakikatin gizli kalmasını sağlayan ve bu iş için imalat bir örtüdür. Biz
hakikati, sadece gerçeklikte sarkık duran (onu tecavüze uğratan) aykırı öğenin
ortaya çıktığı anlarda ve ancak doğru açılarda konumlanarak (yamuk bakarak)
keşfedebiliriz. Hakikatin kendini görülmeye dönük tuttuğu (bakış hali) anda
doğru açıda konumlanmayı ihmal etmişsek, sarkma yapan aykırı öğeyi, anında
müdahale edilip giderilmiş geçici bir arızanın tanığı halinde gözlemlemişiz
demektir.
Erdoğan’ın televizyon programında sarfettiği sözlerin çarpıtıldığı
iddiasıyla muhalif gazetelere soruşturma açılmasına gerekçe oluşturan “400
milletvekili” bahsine dair sözleri, bir skandal oluşu itibariyle diğerlerine
benzer ama manipüle ediliş biçimi bakımından farklı bir örnek gibi duruyor. Her
şeyden önce bu sefer cumhurbaşkanının manevi şahsiyeti konuşuyor. Dolayısıyla
manipülasyonun, psişik alanla sınırlı tutulamayan, savcıların da harekete
geçirilerek tamamlanmasını gerektiren bir devlet meselesi boyutu var.
Cumhurbaşkanının sözlerinin nasıl
anlaşılamayacağına dair krizin skandal özelliğini öncekilerden farklı hale
koyan asıl unsur, “daha öncekileri yapabildiysek, pekala bunu da manipüle
edebiliriz” düşüncesinin kıvraklığıyla henüz realize olmamış kredilerin peşin
peşin tahsiline kalkışılmasında yatıyor. Skandalın sonuçlarını öngörebilediğini
hesaplayarak acilen tahsilata girişen bu akıl, gaflet içinde olduğundan
habersiz, olumsallık ilkesinin takdirinden muaf tutulduğunu sanmakta. Zizek,
“olumsallık” demiş amma, sen onu “takdir-i ilahi” anla...
Ben şunu açıklığa kavuşturmaya çalışıyorum ve fena halde yardıma muhtacım:
“Şayet 400 milletvekili çağrımın gereği yerine getirilmiş olsaydı, bugün içinde
bulunduğumuz manzara ortaya çıkmazdı” biçimindeki sözleri Hürriyet’teki haberin
muhabirinin anladığı gibi anlamayacaksak, nasıl anlayacağız? Bu sözlerin,
Erdoğan’ın da onaylayacağı, “evet, kastettiğim harfiyen budur” diyeceği mana karşılığı
nedir mesela? Çatışmalar ve şehit cenazeleri bu sözlerin gönderme yaptığı
katalogda yer almıyor ama, mesela “Avrupa Şampiyonası elemelerinde Letonya’yı
mutlaka yenerdik” mi denmek isteniyor? O şartla ortaya çıkmayacak olan manzara
hangisi? Yoksa kasıt, suyun ıslak, ateşin sıcak olması filan mı?
“400 milletvekili verin bu işi huzur içinde çözelim” mottosuyla birlikte
hatırlandığında bu sözlerin göndermesi bal gibi de Hürriyet’in “yanlış
yorumladık, özür dileriz” diyerek kendini tekzibine yol açan haberinde
anlaşıldığı gibidir. Birlik ve beraberlik içinde tek millet, tek vatan ve tek
bayrak halinde çıldırmanın alemi yok. Şayet muhakemenizi sigarayı bırakır gibi
bir daha başlamamaya yemin ederek bırakmamışsanız, şayet idrak kabiliyetinizi
ameliyatla aldırmadıysanız, bu sözlerin sizi göndereceği başkaca bir
“signified” tanımlanamaz. Saussure sizi sopayla kovalar.
[1] 80’li yılların başına
kadar silahlı mücadele yürüten karşıt örgütleri nitelendirmek için “terörist”
terimi nadiren kullanılırdı. Bunun yerine “aşırı sol” veya “aşırı sağ” tedavüldeydi.
“Aşırı sol” söz konusu olduğunda bazen başına “yasa dışı” tamlaması ilave
edilirdi. Bugün ‘terörist’ kelimesinin imasından, siyasi temsil kanallarından
dışlanmış muhalif kesimleri anlıyoruz. Bu terimi, karşıt grupların her ikisine
paylaştırılan bir niteleme olarak değil, sadece “yasa dışı aşırı sol örgüt”
kalıbının yerine ikame bir dil revizyonu olarak görmek lazım. “Terörist” teriminin
katologunda yer almadığı halde, “aşırı sağ örgüt” kalıbının tedavülden düşüşünün
herhangi bir ifadelendirme sıkıntısına yol açmıyor oluşu, izah gerektiren bir
durum ortaya çıkarıyor. Özal’a suikast düzenleyen Kartal Demirağ’ın
bağlantıları mesela davayı takip edenleri “aşırı sağ bir örgüt”e götürmedi.
Susurluk’ta ortaya çıkan çetelerin sağcı olması soruşturmalarda asıl tasnif
edici bilgi muamelesi görmedi. Hizbullah tarafından işlenmiş cinayetlerin bile anlaşılır
bir göndermeyle nitelendirilebilmesi için “terörist” dışında sıfatların imal edilmesi gerekti. Bunu, çeperin merkeze ithalinden sonra ortaya çıkan “aşırının
aşılması” durumu olarak anlıyorum.
Hiç yorum yok: