Cumhurbaşkanı, hafız ve alayı...
Ahmet Ertaç hastasını hastaneye yetiştiremediği için Cumhurbaşkanı'nı suçluyor. İddiası, korumaları, eskortları vesaireyle birlikte kalabalık bir konvoy halinde o geçecek diye trafik zaptedilmiş, hasta da yolda sizlere ömür...
Cumhurbaşkanı, "hayır" diyor. "Ben olay yerinde değildim." Sanki dedektif tiradını bitirmiş. zanlı malum soruyu cevaplıyor: "Olay, saat 18.00-19.00 saatleri arasında Levent-Zincirlikuyu civarında olmuş ki, ben o saatlerde Tarabya'daki ofisimdeydim. Saat 14.30 civarında cuma namazını Dolmabahçe Camii'nde kıldıktan sonra, sahil yolunu kullanarak Tarabya'ya döndüm"...
"Trafik tıkanmış olabilir ama bu sefer sebebi ben değilim" demeye getiriyor.
Aslında "Siz ölümlüler, siz küçük küçük insanlar ki, benim arazimde yaşıyorsunuz, bunun müsademe binaen olduğunu unutmayınız" da diyebilirdi. Büyüklük göstermiş.
Cumhurbaşkanı olay yerinde bile değilmiş. Tanıkları var. Vakit kaybetmeden hastayı kimin öldürdüğünü bulmak için öteki şüpheliler üzerinde yoğunlaşmak lazım. Takdir-i ilahi de olabilir. O da bir ihtimal. Çünkü trafik, önceden önlem alamayacağımız bir doğal afettir. Oşinograflar, depremde olduğu gibi trafik sıkışıklığını da önceden haber verecek sismik aletler üzerinde çalışılıyormuş ama henüz deneme aşamasındaymış. İyisimi, en azından bir süre daha sağlığımıza dikkat etmeli, hastalanmamaya bakmalıymışız.
Cumhurbaşkanını sorumluluktan kurtarabilecek daha makul bir açıklama kelimelenemiyor.
Sadece ve sadece iki seçenek var. Ya bu açıklama hepimizi tatmin etmeli, ya da bu açıklama saçma ve Ahmet Ertaç'ın hastasının ölümünden Cumhurbaşkanı sorumludur. Üçüncü bir seçenek yok. Bu açıklama eğer saçmaysa, hasta ölürken, Cumhurbaşkanı bal gibi olay yerindeydi. Başbakan ve kabine üyeleri, İlçe belediye başkanlarıyla birlikte İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı, Belediye Meclis üyeleri, bürokratlar teknokratlar, müşavirler, müsteşarlar hepsi olay yerinde toplaşmış korumaları, eskortları ve iktidarlarının tombul tombul yandaşlarıyla birlikte ayin yapıyorlardı. Hepsi hastanın ölümüne tanıktır. Onlar, hastaların hastaneye yetiştirilebilmesi için ne gerekiyorsa yapacaklarını vaadederek o koltuklara geldiler ve yapmadılar. Yapmadıkları gibi mevcut ulaşım imkanlarını kendileri için, cuma namazına yetişip fazladan iki birim sevap kazanabilmek uğruna hoyratça kullanıyorlar.
Dinle diyanetle pek arası olmayan biri olarak, dışardan bir gözlemci sıfatıyla rahatlıkla söyleyebilirim ki, İslam ümmetinin sevap kazanma yarışı dolayısıyla ortaya çıkan çok ciddi sorunlar var. Mil puanı kazanmak yahut bonus bilmem nesi kazanmaktan bir farkı kalmadı bu yarışın. Müteahhit, ihalelerde kayrılmak için, tüccar, zilyonluk pazarlarda ballı ihracat imkanları, vergi iadesi, ve faizsiz ihracat kredisi için, patronlar, işgücü maliyetlerini ucuzlatmak, teşvik alabilmek, risksiz tarafından yatırımlar yapıp karlarını katlayabilmek için dua ediyor.
Cumhurbaşkanları, başbakanlar ve iktidar sahipleri de tabi, seçim kazanmak, koltuklarını sağlama almak için Allaha yakarıyor. İşin kötüsü, Allah bütün bu ellerini göbeklerinin altında kavuşturmakta zorlanan adamların ısırgan otu kadar çiğ niyazlarını işitiyor ve yerine getiriyor. Bu durumda olan bitende bir usulsüzlük bulunduğunu kim iddia edebilir. Bu adamların her birinin Allah'la arası iyi ve bu, camiye, hiç bir koşulda ikinci sıraya indirmeyerek, her ne pahasına olursa olsun, behemahal gitmeleri, gitmeyi kat'a ve zinhar aksatmamaları sayesinde tesisi mümkün olabilmiş bir ilişki.
Allah'a yakarışlarına konu çıkarlarının hayat bulması, ibadetlerinin ödülü. Ama ibadetlere karşılık takdir edilmiş ödüller her zaman kargoyla gönderilmiyor. Bazen bizzat gidip alma mecburiyeti hasıl oluyor. Bu adamların, ağzımızı iki karış açık bırakarak yaptıkları şey aslında, teslimatta hazır bulunmaktan fazlası değil.
İbadet, ödülü haketmenin ilk şartı. İki elin kanda olsa camiye yetişeceksin. Ama yetmez. Allah takdir eder ama senin de gayretine ihtiyaç var. Gayretine, tavizsiz durmana ve ne kadar gerekiyorsa o kadar zalimleşebilmene... Bunlar işin imtihan kısmı. Soruları önceden almış bile olsan, bir kağıt vermen lazım.
Evet, gerektiğinde zalimleşeceksin. Ama dert değil. Affedilmeyecek günah yoktur. Onun telafisi de gene soluğu camide almak. Namaz rutinine fazladan iki rekat ilave edersin olur biter.
Dinle diyanetle mesafeli biri olarak ben, bütün bunları hakemin takdir hakkı dairesinde görmeye hazırım. Bir şeycikler demem. Ben hatta, "İslam bu değildir ve bundan başka bir şeydir" de demem. Bu değilse ve başka bir şeyse bile, bırakırım bilenler söylesin. Ben bilmem. Ola ki İslam budur ve mümkün ki, bunda benim kestiremediğim hikmetler saklıdır.
Tamam, bütün işlerini camilerde Allah'a dua ederek yoluna koymayı başaran siz kutsanmışların, umurunda olmayışıma bir şey demiyorum da, ne demeye bana "sigara içme" diyorsunuz kardeşim?... Sana ne emniyet kemerimi takmıyorsam? Televizyonlarda sigara sahnelerini sansürleyerek ne demeye bana ahlak va'zediyorsun!... Ben seninkini değil, filmini sansürlediğin adamın ahlakını seçiyorum. Çok mu tuhaf?...
Cumhurbaşkanı, "hayır" diyor. "Ben olay yerinde değildim." Sanki dedektif tiradını bitirmiş. zanlı malum soruyu cevaplıyor: "Olay, saat 18.00-19.00 saatleri arasında Levent-Zincirlikuyu civarında olmuş ki, ben o saatlerde Tarabya'daki ofisimdeydim. Saat 14.30 civarında cuma namazını Dolmabahçe Camii'nde kıldıktan sonra, sahil yolunu kullanarak Tarabya'ya döndüm"...
"Trafik tıkanmış olabilir ama bu sefer sebebi ben değilim" demeye getiriyor.
Aslında "Siz ölümlüler, siz küçük küçük insanlar ki, benim arazimde yaşıyorsunuz, bunun müsademe binaen olduğunu unutmayınız" da diyebilirdi. Büyüklük göstermiş.
Cumhurbaşkanı olay yerinde bile değilmiş. Tanıkları var. Vakit kaybetmeden hastayı kimin öldürdüğünü bulmak için öteki şüpheliler üzerinde yoğunlaşmak lazım. Takdir-i ilahi de olabilir. O da bir ihtimal. Çünkü trafik, önceden önlem alamayacağımız bir doğal afettir. Oşinograflar, depremde olduğu gibi trafik sıkışıklığını da önceden haber verecek sismik aletler üzerinde çalışılıyormuş ama henüz deneme aşamasındaymış. İyisimi, en azından bir süre daha sağlığımıza dikkat etmeli, hastalanmamaya bakmalıymışız.
Cumhurbaşkanını sorumluluktan kurtarabilecek daha makul bir açıklama kelimelenemiyor.
Sadece ve sadece iki seçenek var. Ya bu açıklama hepimizi tatmin etmeli, ya da bu açıklama saçma ve Ahmet Ertaç'ın hastasının ölümünden Cumhurbaşkanı sorumludur. Üçüncü bir seçenek yok. Bu açıklama eğer saçmaysa, hasta ölürken, Cumhurbaşkanı bal gibi olay yerindeydi. Başbakan ve kabine üyeleri, İlçe belediye başkanlarıyla birlikte İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı, Belediye Meclis üyeleri, bürokratlar teknokratlar, müşavirler, müsteşarlar hepsi olay yerinde toplaşmış korumaları, eskortları ve iktidarlarının tombul tombul yandaşlarıyla birlikte ayin yapıyorlardı. Hepsi hastanın ölümüne tanıktır. Onlar, hastaların hastaneye yetiştirilebilmesi için ne gerekiyorsa yapacaklarını vaadederek o koltuklara geldiler ve yapmadılar. Yapmadıkları gibi mevcut ulaşım imkanlarını kendileri için, cuma namazına yetişip fazladan iki birim sevap kazanabilmek uğruna hoyratça kullanıyorlar.
Dinle diyanetle pek arası olmayan biri olarak, dışardan bir gözlemci sıfatıyla rahatlıkla söyleyebilirim ki, İslam ümmetinin sevap kazanma yarışı dolayısıyla ortaya çıkan çok ciddi sorunlar var. Mil puanı kazanmak yahut bonus bilmem nesi kazanmaktan bir farkı kalmadı bu yarışın. Müteahhit, ihalelerde kayrılmak için, tüccar, zilyonluk pazarlarda ballı ihracat imkanları, vergi iadesi, ve faizsiz ihracat kredisi için, patronlar, işgücü maliyetlerini ucuzlatmak, teşvik alabilmek, risksiz tarafından yatırımlar yapıp karlarını katlayabilmek için dua ediyor.
Cumhurbaşkanları, başbakanlar ve iktidar sahipleri de tabi, seçim kazanmak, koltuklarını sağlama almak için Allaha yakarıyor. İşin kötüsü, Allah bütün bu ellerini göbeklerinin altında kavuşturmakta zorlanan adamların ısırgan otu kadar çiğ niyazlarını işitiyor ve yerine getiriyor. Bu durumda olan bitende bir usulsüzlük bulunduğunu kim iddia edebilir. Bu adamların her birinin Allah'la arası iyi ve bu, camiye, hiç bir koşulda ikinci sıraya indirmeyerek, her ne pahasına olursa olsun, behemahal gitmeleri, gitmeyi kat'a ve zinhar aksatmamaları sayesinde tesisi mümkün olabilmiş bir ilişki.
Allah'a yakarışlarına konu çıkarlarının hayat bulması, ibadetlerinin ödülü. Ama ibadetlere karşılık takdir edilmiş ödüller her zaman kargoyla gönderilmiyor. Bazen bizzat gidip alma mecburiyeti hasıl oluyor. Bu adamların, ağzımızı iki karış açık bırakarak yaptıkları şey aslında, teslimatta hazır bulunmaktan fazlası değil.
İbadet, ödülü haketmenin ilk şartı. İki elin kanda olsa camiye yetişeceksin. Ama yetmez. Allah takdir eder ama senin de gayretine ihtiyaç var. Gayretine, tavizsiz durmana ve ne kadar gerekiyorsa o kadar zalimleşebilmene... Bunlar işin imtihan kısmı. Soruları önceden almış bile olsan, bir kağıt vermen lazım.
Evet, gerektiğinde zalimleşeceksin. Ama dert değil. Affedilmeyecek günah yoktur. Onun telafisi de gene soluğu camide almak. Namaz rutinine fazladan iki rekat ilave edersin olur biter.
Dinle diyanetle mesafeli biri olarak ben, bütün bunları hakemin takdir hakkı dairesinde görmeye hazırım. Bir şeycikler demem. Ben hatta, "İslam bu değildir ve bundan başka bir şeydir" de demem. Bu değilse ve başka bir şeyse bile, bırakırım bilenler söylesin. Ben bilmem. Ola ki İslam budur ve mümkün ki, bunda benim kestiremediğim hikmetler saklıdır.
Tamam, bütün işlerini camilerde Allah'a dua ederek yoluna koymayı başaran siz kutsanmışların, umurunda olmayışıma bir şey demiyorum da, ne demeye bana "sigara içme" diyorsunuz kardeşim?... Sana ne emniyet kemerimi takmıyorsam? Televizyonlarda sigara sahnelerini sansürleyerek ne demeye bana ahlak va'zediyorsun!... Ben seninkini değil, filmini sansürlediğin adamın ahlakını seçiyorum. Çok mu tuhaf?...
Hiç yorum yok: