Olan biten

Vedat Aydın

5 Temmuz 1991'de kaçırılıp 7 Temmuz'da infaz edilen HEP Diyarbakır İl Başkanı. İtirafçı Abdulkadir Aygan, Özgür Gündem Gazetesi'ne 2004 yılında yaptığı açıklamalarda öldürülüşünü şöyle anlattı: Vedat Aydın'ın olayında keşifte yer aldım; ama olayda yer almadım. Keşif olayını 'Derdo' kod adlı itirafçı Selahattin Görgülü başlattı. Görüşmeye gitti. Tam başarılı olamadı. Geldi Cem Ersever ile görüştü. Cem Ersever bizi arabaya aldı, İstasyon Caddesi'ndeki evinin karşı tarafında arabayı durdurdu. Kendisi, bir kişiyi daha yanına alıp binayı keşife çıktılar. Dairesini, kapısını kontrol ettiler. Bir iki gün aradan sonra ben sabahleyin JİTEM'e işe gittiğimde baktım kimse yok. Ne Cem Ersever var, ne de diğerleri. Biz askerdik, evimiz de oradaydı, eve gidebiliyorduk. Gittim askere, Komutan nerede, diğer arkadaşlar nerede?' diye sordum. ‘Yatıyorlar' cevabını verdi. 'Kimse bizi rahatsız etmesin' demişler. Bir anlam veremedim. Olayı duymamıştım, ne olduğunu da bilmiyorum. Tabi aradan zaman geçti. Cem Ersever uyanıp geldi. 'Niye erkenden gelmişsin?' dedi. ‘Komutanım normal zamanda işe geldim' dedim. 'Ortalık zaten bozuk' dedi. Ben de 'niye?' diye sordum. 'Vedat Aydın'ı vurmuşlar.' Öyle deyince, ben şok oldum... Çünkü keşfi beraber yaptık. Beni götürmediler, yatanlara baktım; Fethi Çetin, Ali Ozansoy ve yardımcısı Binbaşı Aytekin Özen... Hepsi uyuyordu. Ayakkabılara baktım, hepsi çamurlu, arabaların lastiklerine baktım, o da aynı. Beni götürmemişler diye sanki üzülüyormuşum gibi yapınca, o da ‘merak etme, komşuda pişer bize de düşer' şeklinde bir cümle kullandı. Selahattin Görgülü'yü o günden sonra göremedim. Ailesinin yanına 10 günlük izne gittiğini söyledi Cem Ersever. Tabi olayı yaptırıp öyle göndermiş olabilir. Yani eyleme katılmış olabilir. Şüphe çekmemesi için... Çünkü Vedat Aydın'la diyaloga girmeye, onu bir yere çekmeye çalışıyordu. Cem Ersever'in talimatı ile tabi. Yani olayın büyük bir kısmını bunların gerçekleştirdiğini biliyorum. Daha sonra olay meydana çıkınca ortalık karıştı; büyük yürüyüşler, cenaze törenleri yapıldı."

Aydın'ın evinden alınmasını eşi Şükran Aydın da şöyle anlatıyor..

"5 Temmuz 1991'de cuma günü Cumartesiye bağlayan gece saat 12 yakındı kapı çaldı. Eşim gitti kapıyı açtı. Kapıda birileriyle konuştu. O esnada ne konuştukların bilmiyorum. Geri döndü giyinmeye başladı. Ben gülerek eşime sordum, 'Hayırdır, bu gece nerey gideceksin' dedim. O dedi ki, 'Kapıya gelenler polistir, Emniyette kadar götürecekler'. O öyle deyince bende kapıya doğru gittim, baktım üç kişi, iki kişinin elinde Akrep dediğimiz kleş vardı. Bir kişini de elinde telsiz vardı. Hatta elinde telsiz olanla konuştum. 'Hayırdır' dedim. O da dedi ki, 'Birşey yok. Başkanı Emniyete kadar götüreceğiz. Bir ifadesi var.' Silahlı olanlardan birisi merdivenlerin alt kısmına bakıyordu, biride üst kısmına bakıyordu. Kapıya doğru bakmıyorlardı.

Bu tür olayları alışkın olduğumuz için fazla etkilenmedim. Eşim giyindi kapıdan çıkmadan önce bana dedi, 'Ben gideceğim arkadaşlara, avukatlara, Hatib Dicle'ye haber ver. Hepsinin haberleri olsun. Ben yüzde 99 ölü olarak eve geri döneceğim. Yüzde 1 sağ olarak eve geri dönme şansım var.' Onların yanında bunları söylüyor, tabi eşim öyle deyince ben biraz şüphelendim. Daha önce de bizim eve sık sık gelip gitmişler ama ekip olarak gelmişlerdi.

Artık yapılacak bir şey kalmamıştı. Telsizli olan bana döndü, 'Abla sakın korkmayasın, başkan espri yapıyor. Bir ifadesi var. Bir iki gün sonra eve geri döner. Sen bunlara alışkınsın.' dedi. Doğrudur, ben bu tür olaylar alışkındım ama o bana bir mesaj verdi. Belki ben anlamadan, Çünkü iki gün sonra ölüm haberini aldım. O silahlı olanların saçları düzgündü, tıraşları temizdi. İkisinin de açık mavi gömlek ve lacivert pantolon giymişlerdi. Yani sanki resmi gibiydiler. Telsizli olan sarımsı bir şeydi, saçları darmadağınık, günlük sakalı vardı. O da sanki mağaradan çıkmış gibi, çok perişan bir haldeydi. Saç sakal bir birine karışmıştı ve çok zayıftı. Üzerinde açık kahve renkli bir tişört ve koyu kahve renkli bir pantolon vardı. Ayakkabılarına bile dikkat ettim. Ayakkabıların altları böyle kösele değil de başka bir şeydi. Ses çıkarmamak için giymişlerdi sanki. Bir de Telsizi açık değildi, kapalıydı. Hatib'i aradım, camdan baktığımda onlara, aşağıya inmişlerdi. Baktım arabaya biniyorlar. Araba Steyşın idi, siyah mıydı, lacivert miydi tam bilmiyorum. Çünkü bizim ev yedinci katadır. Aşağısı da karanlıktı, plakayı da görmedim. Sadece koyu renkli bir araba olduğu kesindi. Bindiler, eski halının oraya kadar gittiler. sonra da sola döndüler. Trafik Bahçesinin yoluna girip gittiler.

Kapı önünde ikinci bir araba daha vardı. "O arabanın önünde başka bir araba daha vardı, sanırım o da Brodway idi. Onun içinde de iki kişi oturmuştu. Bizim bitişikte banka var, o bankanın üst katı misafir haneydi. Ben fazla üstünde durmadım. Herhalde misafirleri getirmişler, misafirleri bekliyor diye düşündüm. Baktım bu araba gitmiyor. Dikkatimi çekti, baktım hiç kimse binmiyor, inmiyor, iki kişi oturuyor içinde. Müzik sesini sonuna kadar açmışlar, kola içtiler, kutularını attılar. Bu dikkatimi çekince, ben kardeşimi aradım. Kardeşime dedik ki, 'Kapının önünde bir araba var. Şüpheleniyorum'. Ben telefon ettikten sanırım bir iki dakika sonra araba hareket etti ve gitti. Ben bunu Emniyette de söylemiştim. Bu ifademde de var. O zaman Emniyette Koçadağ çok baskı yapmıştı, 'Niye hiç kimseye haber vermedin' falan, filan. Ben ‘haber verdim' dedim. Haber vermemle birlikte araba hareket etti ve gitti. 'Ne demek istiyorsun' dedi. Ona dedim ki, 'Telefonumuz direkt size bağlı olduğu için demek ki o esnada anons etiniz araba hareket etti gitti.' Benim tahmin o arabada onlarındı."

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.