Olan biten

Bir yukarıya doğru düşme hikayesi...

Önce hafızalar için bir tutam kireç çözücü: Dolmabahçe'de devlet erkanı, İmralı heyetiyle aynı objektife bakıp poz verdikten hemen sonra, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bu fotoğrafı "yakışıksız" ilan etmesinden ise bir kaç gün önce, mutabakat icabı kurulacak izleme heyetinin hangi isimlerden oluşacağı üzerine spekülasyonlar başlamıştı. Gazetelere sızan bilgilere göre Avni Özgürel bu heyetin üyelerinden biriydi.  Sonrası malum. Masa devrildi ve seçim meydanlarında kılıç şakırtısı tadında, bağırış çağırış bir söz düellosu başladı. 

Avni Özgürel, Abdullah Öcalan'ı Ankara'da MİT tarafından kurdurulmuş antikomünist bir derneğin, çay servisi işleriyle meşgul, efendiden bir Nur talebesi olarak 30 yıl kadar gecikmeyle teşhis ve ihbar etmiş bir duayen gazeteci. Teşhis, 90'lı yıllarda cevval gazeteciler için pek revaçta olan Bekaa Vadisi ziyaretlerinden birinde bizzat kendisi tarafından Öcalan'a doğrulatıldı. Öcalan'ın çözüm süreci çerçevesinde yürütülen görüşmeler sırasında yaptığı konuşmalar zaten, bu teşhisin de ötesinde merak giderici bilgiler içeriyor. 

Böylece MİT'le ilişki, özellikle Kuzey Irak orijinli rakip Kürt örgütleri nazarında Öcalan ve PKK aleyhinde etkili bir ihanet argümanı olarak gayet kullanışlı hale gelmiş oldu. KDP yanlısı haber sitelerine üstünkörü göz atan herkes, bu 'derin' ilişkinin bir işbirlikçilik karinesi olarak her fırsatta zikredildiğini bugün bile görebilir. PKK, bu ilişki dolayısıyla, (Türkiye içinde ve dışındaki) ayrılıkçı cenahtakiler nazarında Kürt ideallerine ihanet eden, işbirlikçi bir teşekkül olarak mahkum edilmesine karşılık, Türkçe sözlü pop müziği top 10 listelerinin belirlenmesine SMS göndererek katkıda bulunan ergen idrakinin vasatında "elikanlıbölücüterörörgütü" imajından bir parça olsun kurtulabilmiş değildir. Yani PKK, Türkiye'yi bölmek ve Türkiye'nin bölünmesine karşı durmak suçlarından aynı anda hüküm giymiş bir örgüt ve bu durum ne Erbil'deki, ne de Ankara'daki bilgi işleme merkezlerinde bir kısa devreye yol açıyor. 

Öte yandan, bütün bu karmaşık enformasyon trafiğinin çıktısı olarak, teşhis edilip kayda geçirilmiş ilişkilerin/işbirliklerinin Öcalan dışında kalan taraflarının (mesela MİT'in, mesela Özgürel'in ve mezkur mekanda antikomünist mücadele yürüten paramiliter zevatın) payına "bebek katilliği"nden bir küçük vebal değil de, hep vatanın milletiyle bölünmez bütünlüğünün kahramanca savunulmasına yorulacak payeler düşürüldüğünü görürüz. 

Dönemin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'a, "Demek ki, terör yoluyla sonuca ulaşılamayacağı iddiası doğru değildir" dedirten Oslo  tutanaklarının alenileşmesinden itibaren, güvenlikçi yaklaşımın kelime hazinesi yavaş yavaş  bayatlamaya başlıyor. 2008 yılında başlatılan bu görüşmeler 2013 yılında devlet bakanlığı ve başbakan yardımcılığı seviyesine kadar yükseltilip "Çözüm Süreci" üst başlığı altında ilan edildikten sonra savaşın sonlandırılması ve Kürt meselesinin çözüme kavuşturulması yolunda bir milat olarak selamlandı. Bundan böyle, adının açıklanmasını istemeyen kaynaklara dayandırılarak ifşa edilecek herhangi bir komplo teorisi kalmamıştı. 

Bugünden geriye dönüp bakıldığında ise 7 Haziran seçimleri milat olarak işaretlenmek için daha favori bir aday gibi duruyor. Türkiye'de "memleketin asli sahipleri" yavaş yavaş yeniden sahne alıyor ve zihinsel refleksler fabrika ayarlarına döndürülüyor. "Sağduyu", "sol duyu"yu fena halde hal'ediyor. Farklı kimlik ve inançların bir arada yaşaması bahsine dahil denemelerin bütün birikimi tek bir iptal butonuyla zihinlerden kaldırılıyor. Kürt alerjisi, hatırlanan en şiddetli haliyle ülkenin dört bir yanında yeniden hortlatılıyor. Siyasi karar aygıtlarını tekelinde bulunduranlar, 12 Eylül'ün ve 28 Şubat'ın bir şalter tınısından öte ses barındırmayan dilinden diskur devşirmeye niyet etmiş görünüyor. 

2008'den itibaren başlatabileceğimiz bu kısa kronolojinin böyle bir finalle nihayetlenmesi, savaşın sonlandırılması ve Kürt meselesinin müzakere edilmesi hedefiyle yola çıkan bütün taraflar için büyük bir fiyasko olarak kabul edilebilir. Özellikle, devlet adına PKK tarafına, örgütü adına da AKP misyonuna güvenceler vererek bütün sürecin stratejik merkezini işgal eden Abdullah Öcalan'ın hamleleri bariz bir yenilgiye uğramış görünüyor. Evet, çözüm süreci atmosferinin Kürt kimlik mücadelesinin siyasi içeriğinin popülerleşmesine, siyaset jargonun "makul"leriyle ile "skandal"ları arasındaki sınırın esnetilmesine getirdiği katkılar küçümsenmemeli. Ama görmek lazım; PKK lideri ne örgütün silahlı unsurlarını ne de barış ve çözüm beklentisiyle şekillenen geniş kamuoyunu tatmin edecek nihai hedeflere yaklaşabildi. 

Bütün "ulu önder"ler gibi hikmetinden sual olunamaması, aleyhindeki bilançonun doğru okunmasını zorlaştırıyor olabilir; önündeki seçenekler arasından yaptığı tercihlerin doğrudan veya dolaylı birer mahsulü olması hasebiyle, masanın devrilmesi ve çatışmasızlık döneminin sona ermesi biçiminde kendini gösteren bu yönetme krizini Abdullah Öcalan'ın karnesine başarısızlık notu olarak kaydetmekte hesap hatası aramamak lazım. Kenya'da yakalanıp Türkiye'ye getirilmesi olayının kendiliğinden yol açtığı sonuçlar başta gelmek üzere Abdullah Öcalan, hapiste tutulduğu dönemin tamamında Türkiye'de aktüel siyasetin temel parametrelerini belirleyen bir rol oynadı. Kürt sorununun ancak tıpkı olağanüstü dönem rejimlerinde olduğu gibi kronik krizlerin çözümünde rijit yöntemleri devreye alabilen kudretli yönetimlerle müzakere edilebileceği kabulü, onun stratejisinin ana hattını oluşturuyordu. Cumhurbaşkanının aylar süren turlar boyunca seçilememesine veya Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadına dönüşünün veto edilmesine 12 Eylül cuntasının getirdiği çözüm, Öcalan'a kiminle muhataplık geliştirmek gerektiği hakkında ilham vermiş olmalı. Erdoğan, icraatları sorgulanamayan, çözüm empoze etme kapasitesini haiz güçlü liderliğe açılan bu krediden, sadece partisinin çıkarları için değil, kendi kişisel iktidarı için de ustalıkla yararlandı. Kapalı kapılar arkasında ve MİT'in moderatörlüğünde kurulan masada yürütülen görüşmelerden demokratikleşme ve özgürlükler beklenebileceğine inandırıldık.  

Nitekim, 2013 Haziran'ında Gezi olayları sırasında Erdoğan'ın siyasetteki patronajı tehlikeye girdiğinde de can simidi İmralı'dan geldi. Öcalan ve Kürt siyasetinin kanaat önderleri, Gezi direnişinin bir darbe provakasyonu olduğunu söyleyerek Tayyip Erdoğan'ın "faiz lobisi" argümanına destek çıktı. Destek o kadar barizdi ki, Ankara'daki sokak gösterilerine karşı takviye olarak Diyarbakır'dan üzerinde bu ilin ismi yazılı TOMA'lar getirilebildi. Çözüm süreci, AKP'nin değil, doğrudan doğruya Tayyip Erdoğan'ın liderliğinin bekasıyla kaimdi. Zira, Taksim'de olayların patlak verdiği ilk günlerde Cumhurbaşkanı Gül ile görüştükten sonra hükümet sözcüsü olarak kameraların karşısına geçen Bülent Arınç, başbakanın tavrının, durumun nezaketiyle uyumlu bulunmadığı görüşünün kabine üyeleriyle paylaşıldığını ve bu görüşün kendisine de bildirildiğini, özür diler bir üslup ve göz yaşları eşliğinde beyan edecekti. Erdoğan'a karşı parti içinde bir muhalefet hareketinin gelişip büyümesi yaygın bir beklenti haline gelmişti. 

Erdoğan, Öcalan'dan gelen bu destek sayesinde Gezi krizini yara almadan atlatmakla kalmadı, parti içi tasfiye sürecini başlatmak için de gerekçeler elde etmiş oldu. Kabinenin, iki gün önce onun üslubundaki nezaketsizlikten şikayet eden  üyeleri, Tunus dönüşü sabaha karşı 40-50 bin kişilik mitinglerle yapılan karşılamada otobüsün platformunda yer bulabilmek için birbiriyle yarıştı. "Erdoğan'ı yedirtmeyiz!" lafı siyasetin söz dağarcığına o günlerde hediye edildi. 

"Sürece zeval gelmemesi için" hükümeti pamuklara sarma tutumunun bir başka örneği 2011 seçimlerinin sonuçlanmasından hemen sonra yaşandı. Konu, KCK tutuklusu olarak hapisteyken seçilmiş BDP milletvekilleriydi ve parti yönetimi yemin merasimine katılmama ve tutuklu vekiller serbest bırakılana kadar parlamento oturumlarını boykot etme kararı almıştı. Devreye yine Öcalan girdi ve BDP grubu sağdan hizaya bakarak yemin merasiminde firesiz biçimde tekmil verdi. 

Bugün artık, sürecin zevallere uğratıldığı koşullarda kimin daha kusurlu olduğunun hesabı üzerinden yürütülen polimikte Yalçın Akdoğan'ın HDP milletvekillerine hitaben ağzından çıkmış, "Apo bir yakalasa, sizi sopayla kovalar" kelamındaki pırıltıdan da aynı yukarıya doğru düşme hikayesine küçük bir aydınlık getirmesini bekleyebiliriz. Gezi'de nasıl asıl mesele ağaç değil idiyse, anlaşılan, masanın devrilmesinde de asıl mesele, silah bırakma değil. 

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.