Olan biten

Üremenin ideolojik muhtevası ve Filistinizasyon


ANAP'ın başına geçtikten sonra, ilk kabinesinde bakanlık yaptığı AKP iktidarına karşı ateşli bir muhalefet başlatan Erkan Mumcu, meclisin yasama işlevini gayet rafine bir dille tanımlarken kullandığı argümanla pek az kişinin dikkatini çekmeyi başarmıştı. Ona göre, mecliste görüşülecek herhangi bir yasa, sadece bugünün toplumunu oluşturanlarınkine değil, sadece yarınki toplumu oluşturacak olanlarınkine de değil, bu iki topluluğa ilaveten geçmişte toplumu oluşturmuş olanların da iradesine uygun olmalıydı. Mumcu bu sözleriyle, bugün ile yarını hangi ilkeler üzerine kuracağımız tartışmasına üçüncü bir özneyi hayalet kılığında davet etmiş oluyordu. "Atalarımız..." Onlar bugünün nasıl olmasını istemişlerdi ve yarının nasıl olmasını isterler?

"Ey bugünümüzü sağlayan ulu Atatürk" diye başlayan sözlerle ilk mektep çocuklarından her sabah lafzen ikrarı beklenen şey, geçmişte bu topluluğu oluşturmuş olan ölülerin, asli özne olarak bugünün ve yarının biçimlendirilmesine katılma hakkıdır.

Hayaletiyle hepimizi gölgesi altında tutan bu "atalarımız"a andımızlar, kurtuluş yıldönümleri, anıtlar, heykeller vs. riteül biçimleriyle, tıpkı ruh çağırma seanslarındaki gibi yüksek sesle sesleniriz. Bunlar, yüksek sesle telaffuz edildiğinde sahiden "gelir" ve masaya üç kere vurur. Masaya vurduklarında da, muğlak bir çizgiyle birbirinden ayrılan milliyetçilik ve muhafazakarlık adıyla maruf iki kadim siyasetin sinir uçlarına dokunur ve onları uyarır.

Kendisine bir memleket beğenmiş herhangi bir milliyetçilik, her zaman ve mekanda, kendini, milletinin bekasını güvence altına alma derdiyle dertli sayar. Tıpkı, sağlıklı ağaçlara musallat olan, kökten yoksun, asalak bitkilerin simbiyotik biçimde hayatiyet elde etmesi gibi, bu hayaletin beden kazanabilmesi için, içimizdeki ruhla yer değiştirmesine ihtiyaç vardır. Ölülerin bugünümüzü nasıl kuracağımız meselesine burunlarını sokması işte, cerrahi müdaheleyle içimizde yapılan bu ruh transplantasyonu yoluyla sağlanır.

Cerrahi operasyon, ağacın üst taraflarına besin taşıyan köklerin tahkiminin yanında, simbiyoz yaratığın hayatta kalmasının önceliği pahasına bazı uzak ve aykırı dalların gözden çıkarılmasını içeren bir denge dahilinde yürütülür. Bu simbiyotik ilişki işte, üreme politikalarının başlıca ideolojik muhtevasını oluşturur.

Neden bütün bunları, bir tek ben biliyormuşum da artık kitleyi de bilinçlendirmeye karar vermişim gibi bir lisandan söylüyorum?

Çünkü, öyle olduğunu düşünmeme neden olacak karineler var. İşte size, başkalarının farketmediğini kabul etmezsem öyle kalabilmesini açıklayamadığım bir kaç abukluk.

Şimdi biz hepimiz toplu taşıma araçlarını kullanıyoruz değil mi? Evet. Otobüslerde yaşlılara, gazilere (he tabi onlara da), efendime söyleyeyim, hamile bağyanlara yer vermek gerekir değil mi? Evet. Yer vermezsek ayıp olmaz mı? Olur. Kınamazlar mı bizi? Kınarlar, haklarıdır. Ama be hey mübarekler, bu otobüs yol alırken, "iş yemeği yemek" dışında kendileri için bir mesai şekli tarif edemeyen bir takım adamlar, arka koltuklarına kuruldukları konforlu otomobillerinde vızır vızır yanımızdan yöremizden geçmiyorlar mı? Hayır, yemin ve billah olsun ki, kendim için bir şey istemiyorum ama bu hamilenin, bu yaşlının ve bu gazinin ayakta kalmasından nasıl oluyor da bu işkembe bakımından gelişmiş adamlar değil de ona yerimi vermediğim için ben sorumlu tutuluyorum? Neden ola ki, onları kınamak fikri kimseciklerin aklına uğramıyor?

Nedeni şu: ölülerimiz, ulu önderlerimiz, padişahlarımız ve böyyyük devlet adamlarımız hükmünü başka türlü bugüne geçiremeyecekti.

Bu sefer ufak bir değişiklik yapıp dolmuşa binelim. Sıraya girdik, dolmuş geldi bindik. Güzel. Dolmuş doldu çıktık. Daha da güzel. Yolda iki kişi daha bindi. E sevaptır, onlar da ana kuzusu. Şoför, ışıklarda 'bi zahmet' çökmelerini isteyecek bu ikisinden. Olur tabi, iki dakikalık zahmet.

Bi dakka ya!

Hani biraz önce Mecidiyeköy'den otobüse bindiğimizde bir yaşlıyla bir hamileye yer vermiştik de, gazi ayakta kaldı diye mahçup olduyduk. Birileri beynimi çamaşır suyuyla leğende yıkadıktan sonra bura bura sıkmadan öyle ıslak bırakırsa, otobüste ayakta gidilebilirken dolmuşta neden gidilemediğini yarın çocuklarıma, torunlarıma nasıl izah ederim abiler. Nasıl bir akıl dolmuşta ayakta yolcu avı gözetirken, otobüstekilere kör olabilir. Daha ağır küfürler için yeni gerekçelerin ortaya çıkmasına meydan vermeden bunu izah edebilecek bir babayiğit var mı?

Ha, şey işte bu. Herkesin her şeyi anlayıp onaylaması şart değil yani. Bunlar işte, senin benim aklımın ermeyeceği biçimde, bir şeylerin bir denge dairesinde ve selamet içinde devamını sağlıyor.

Daha esasa dair bir şey mi isteniyor? Peki. Şimdi artık otomobiller kemer takmadığı zaman ön koltukta oturanları kafa siken bir sinyal sesiyle uyarıyor ya. Eskiden yoktu. Bunu, sanıyor musunuz ki sadece kaza sırasında sizi ölümcül biçimde yaralanmalardan korumak için yapıyor? Hayır. Bunu aynı zamanda, polis ehliyet ve kimlik sormak için çevirdiğinde ceza yazmasın diye yapıyor. Polis var ya, sana, kemerini takmazsan can güvenliğin tehlikeye girer demiyor ha! Ya ne diyor? "Bedeninde taşıdığın şeye -ki o aynı zamanda bana da aittir- zarar vermeye yeltendin, ben onun selameti için sana ceza yazıyorum" diyor. Evet! Eğer öyle demiyorsa, nedenini benim de anlayacağım bir dilden izah etsin, yoksa bu içimde taşıdığımı söylediği şeyi, bir tenhada fena benzetcem.

Biz şimdi sıkı Beşiktaşlıyız aga, tamam mı. Kafe gibi bi yerde takılır maç seyrederiz. Yanında söylemesi ayıp, bira filan... Beşiktaş maçları, hele Anadolu takımlarıyla oynuyorsak, Fener, Gassaray maçları gibi olmaz. Tenhadır. Bi gün gene böyle maç seyrediyoz. Hepimizi toplasan sahadaki siyahlı beyazlı oyuncuların karşısına bir takım çıkaracak kadar adam yokuz. Herkes birbirinden keş .mınakom, sigarayı içmiyo, yiyo nerdeyse bu cemaat. Işıkları söndürmüşüz, kapıyı kapatmışız, maça kaptırmış gitmişiz. Bi baktık güm güm kapı bağırıyo. Zabıta! Kapalı mekanda sigara içtiğimizden ceza yazacak. Lan git sen kendi kapalı mekanında ne bok yiyeceksen ye. Sana ne? Hayır sana ne?...

İşte bu meclisten geçen sigara yasağı var ya, o sırada koymuşlar çocuğu içimize iyi mi. "O çocuk" diyor, "benim". "Ben karışırım!"

Bu feminizan cemaatlerin taciz, tecavüz, şiddet vs. mevzularında devletin şefkatli kollarında sıcak yatak huzuru görmesi işte o bakımlardan ters. Sigara karşıtı hareket, selameti devletle, iktidarla, otoriteyle hayatını birleştirmekte bulduğunda, -dünya evine girmek ne güzel bi deyimmiş- nelere gebe kaldığını anlayamamıştı. İhtimal hala anlayabilmiş değil.

Bilinçlendirme çabalarıma ek olarak kitleye yapabileceğim bir kıyak da şu olsun: Bence "filistinize etmek" gibi bir kavrama ihtiyacımız var. Ne işimize yarayacak bu kavram, onu demeden önce, Filistinli bir grup eşcinselin temsilcisi olarak konuşan biriyle bir süre önce sol bir derginin sitesinde yayınlanmış röp'ten esinlendiğimi söylemem lazım. Bu yazıda söylenenlerden çıkardığıma göre, Filistin'de eşcinsel olmak, evet, iki kere işgale uğramaktır. Altına girdiğin tahakküm ikiye katlanmıştır. Üstelik, senle beraber bütün vatandaşlarının vatanını işgal eden güç, yani İsrail, kendi eşcinsellerine, dünyadaki eşcinsel hareketin edindiği en ileri kazanımları tanımış bir rejimle yönetiliyor. Yani, en acil, en anlamlı savaş eğer eşcinsellerin taleplerinin hayata geçirilmesi için verilen savaşsa, İsrail'in bayrak haline getirilmesi lazım.

Ne yapalım şimdi? Filistin'in patriarklarının üstüne doğru İsrail bayrağı mı sallayalım?

Peki n'apalım? İşgalcileri vatanımızdan kovalayana kadar bedenimizin müttefik kuvvetlerin işgali altında kalmasına tahammül mü edelim?

Ne bileyim ben ya! Her şeyi bana sorup duruyorsunuz...

Blogger tarafından desteklenmektedir.