Beşiktaşım Bernd Schuster
Bernd Schuster, futbola dair yepyeni fikirlerle tanışmama vesile olmuş hocadır. Aslında Del Bosque döneminde de, aynı fikirleri tam azıcık ucundan tecrübe etmek üzereydik ki Yıldırım Demirören ve şürekası onu göndermeye cüret etti. Yıldırım Demirören'in Lucescu'dan sonra Del Bosque'yi gönderebilmesinin de öğrettiği şeyler var elbette bana. Onları sakladığım yere "küfür dağarcığı" diyorum. Hayır, konudan sapmamak için gösterdiğim dirayeti biraz gevşetecek olsam, "Nasıl oluyor da insanlar bu takım hakkında hayırlı olabilecek fikirlerin Del Bosque'den değil de Yıldırım Demirören'den çıkacağına ikna oluyor?" diye bir kere daha sorup geri dönülmesi zor bir yola sapcam, ondan korkuyorum. Neyse... Kaderin fingirdek bir tesadüfü olarak Bosque'nin gönderilmesine de sebep bir Trabzon deplasman yenilgisi olmuştur ve bana sorarsanız o maç, Bosque'li Beşiktaş'ın performansının tavan yaptığı maçtır.
Kaderin bugünkü maça aynı hakemi münasip görmesinde ise hiç bir işve yahut naz bulamıyorum. Bu şaka kaldırabileceğim konulardan değildir. O günkü hakem faciasını her hatırlayışımda bir soykırım filmi izlemişim gibi boğazım düğümlenir, telinle anarım. Maçı 9 kişiyle tamamlamış olmasına rağmen, haksızlığın büyüğü Beşiktaş'a yapılmamıştı o gün. En çok bana, yani televizyon karşısında maçı bekleyenlere ve Avni Aker tribünlerine ve dahi bizatihi Trabzonspor'a yapılmıştı. Ellerinde coplarla zaptiyeler sahaya dalsa, "burada top oynamak yassah hemşerim" deyip topçulara girişse, maç daha kötü idare edilmiş olmazdı.
Neyse...
O maçın 19. dakikasında Fatih Tekke'nin asistiyle Gökdeniz'in attığı bir gol var. Sergen'in kaptırdığı topu orta yuvarlağın içinde yakalayan Fatih, hepsini savunma hattına yazmaya alışkın olduğumuz iki ya da üç Beşiktaşlı neferin hamlesinden korumayı başardıktan başka, yanına uzun ve boş bir koridor da ilave ederek savunmanın arkasında ışınlanmış haldeki Gökdeniz'e yolluyor. O dakikaya kadar iki pası bir araya getirememiş ev sahibi takım böylece ilk defa elektrikli bir şeyler göstermiş oluyor. Çağdaş, arkadaki geniş boşluğu koşup, son bir hamleyle ayağını Gökdeniz'in şutuna yetiştirmeyi başarıyor. Top bu ayağa da çarpıp Beşiktaş kalesine giriyor.
20 dakikalık bölümde Carew'le defalarca Trabzon kale çizgisine top taşıma becerisi göstermiş, makul sayıda şut atmış bir takımdı Beşiktaş ve ben "Bir takım gol yiyecekse işte böyle yemeli" demiştim. Fatih'in pasına engel olmak için yapılmış bütün hamleler cansiperaneydi. Çağdaş'ın geriye koşusu can havlinden farksızdı. Hatta topu kaptırdığı için Sergen'e bile kızmadım. Oyunda top kaptırmadan idare etmenin ne kolay yolları var, bilmez miyiz? Takımımın, bu Kuddusi nam felaketin Çağdaş'a kırmızı kart gösterdiği 61. dakikaya kadar olan bölümdeki performansından ziyadesiyle memnundum. Ondan sonrası, dediğim gibi sadece benden değil, herkesten gaspedilmiş, ömürden eksiltilmiştir.
Schuster'e beslediğim derin muhabbetin gerekçelerini izah edebilmem için şu diziliş ve mevkilerle alakalı tanım sorununu gidermemiz lazım. Benim lugatimde savunma hattı güçlü takım yoktur. Onun yerine "iyi savunan takım" demek isterim. Orta sahası kuvvetli takım da yoktur. "Orta sahayı iyi kullanan takım"a meylederim. Ama hücum hattı için küçük bir istisna mümkün. Cümleyi her iki şekilde ayrı ayrı kurmaya itirazım olmaz. Yani, hem "forvet hattı becerikli takım" diyebiliriz, hem de takımın bütün unsurlarını içine katan bir içerik yükleyerek "hücum gücü yüksek takım" diyebiliriz.
İyi takım, iyi savunma yapan, orta sahayı iyi kullanan ve hücum gücü yüksek takımlara, fazladan forvet becerisi ilave ederek yapılır. İyi savunmacı, iyi orta saha ve iyi forvet oyuncularını bir araya getirerek montajlama yoluyla elde edilecek portatif takımlar için "iyi takım" değil başka bir şey demek lazım. "Kazanan takım" ve "hedefi olan takım" tamlamalarını da bu "başka şey" alternatifleri arasında koyuyorum. "Kötü oynarken bile kazanmayı bilmek" lafına, bu tür takımların yarıştırıldığı liglerin demeç dili ve edebiyatında rastlanıyor.
Oyuncu doğru hamleler yapamıyorsa bunun tek nedeni savunma ve hücum pozisyonlarında doğru yerde bulunmak veya isabetli tepki vermekle ilgili alışkanlıklar kazandıracak egzersizlerin yeterince bellenmemesi olmayabilir. Aynı zamanda oyuncunun, rakipten daha hızlı, daha kıvrak daha dayanıklı ve daha daha daha... şekillerde aksiyon gösterebilecek takata sahip olmasına da ihtiyaç var. Oyunda rakipten daha başarılı olabilmesi için oyuncunun hamlelerinde kullandığı kas gruplarının, performansı en üst düzeyde gerçekleştirebilecek seviyelere çıkarılmasına fizik kondüsyon diyelim bence ve bu sözü sadece bu anlamıyla kullanalım. Yani, eldeki malzemenin en-iyileştirilmiş halde bulundurulması durumu. Fizik kondüsyon lafının içeriksizleştiğini düşünenler meramlarını zahmet edip bu açık söylenişiyle anlatsın.
Rakibe üstün gelmek için fark yaratmanın bir yolu, malzemeyi en-iyileştirilmiş hale getirecek çalışmalar yapmak, yani enerji tüketme kapasitesini artırmaksa, öteki yolu da enerjiyi efektif kullanmak olmalı. Yani en gerektiği yerlerde, en doğru aksiyonu, en güçlü biçimde yapmak. Buna "konsantrasyon" dedikleri dikkat eforunu ya da alarm performansını (belki de daha isabetli bir tercihle biz sıradan fanilerin ancak ölüm tehlikesi durumlarında tecrübe edebildiği can havli enerjisi demek lazım) eklerseniz sizinkinin, rakiplerden daha iyi bir takım haline gelmesi ihtimal dahiline girer.
Beşiktaş, sezon başından beri, asıl eforunu yüksek konsantrasyon ve dikkatini kırmızı alarm seviyesinde tutmak için harcıyor. Savunma pozisyonlarında kalecisi dahil her bir oyuncusuyla topa ve onun dolaştığı bölgelere saldırarak oynuyor. Hücumda da isabetli ve hızlı paslar, minimum zaman kaybıyla pozisyonu sonuçlandırma ilkesi var. Bu sadece taktik ve stratejik tercih değil, aynı zamanda mental bir konsept. Göze hoş gelen tempolu maç görüntüsünün sebebi bu.
Takımın oyuncularının ihtiyaç duyulan anlarda ve bölgelerde daha diri kalabilmesi için gereken fazladan enerji, büyük ölçüde kaleyle orta saha arasındaki geniş coğrafyanın boş tutulmasından tasarruf ediliyor. Beşiktaş kalecisi maçları genellikle bu geniş bölgede tek başına oynuyor. Beşiktaş'ı İnönü'de iki gol atarak yenen Büyükşehir Belediye mesela aynı ilave enerjiyi, Beşiktaş'ın tam tersine rakip kale ile orta saha arasındaki coğrafyadan çekilmeyi tercih ederek tasarruf etmeyi düşünmüştü. Maçı kazanmadılar mı? Evet kazandılar. O halde, öylesi daha mı çok sonuç alıcı? Bilemiyorum. Ben öyle öyle alınmış sonuçlarla şampiyon olmak istemem.
Bu tam bir cenk ahlakıdır, düello töresidir. Maçı kazanmak için gösterilecek iştah, hayatta kalma güdüsünün sınırlarına kadar olan büyüklükte olmalıdır. Bu karakterde Beşiktaşlılar için, bonuslu puanlarla kazanılacak şampiyonluktan daha büyük şan, şeref ve gurur vardır.
2004 yılında oynanan Trabzonspor-Beşiktaş maçını hatırlamak için tıklayın
Kaderin bugünkü maça aynı hakemi münasip görmesinde ise hiç bir işve yahut naz bulamıyorum. Bu şaka kaldırabileceğim konulardan değildir. O günkü hakem faciasını her hatırlayışımda bir soykırım filmi izlemişim gibi boğazım düğümlenir, telinle anarım. Maçı 9 kişiyle tamamlamış olmasına rağmen, haksızlığın büyüğü Beşiktaş'a yapılmamıştı o gün. En çok bana, yani televizyon karşısında maçı bekleyenlere ve Avni Aker tribünlerine ve dahi bizatihi Trabzonspor'a yapılmıştı. Ellerinde coplarla zaptiyeler sahaya dalsa, "burada top oynamak yassah hemşerim" deyip topçulara girişse, maç daha kötü idare edilmiş olmazdı.
Neyse...
O maçın 19. dakikasında Fatih Tekke'nin asistiyle Gökdeniz'in attığı bir gol var. Sergen'in kaptırdığı topu orta yuvarlağın içinde yakalayan Fatih, hepsini savunma hattına yazmaya alışkın olduğumuz iki ya da üç Beşiktaşlı neferin hamlesinden korumayı başardıktan başka, yanına uzun ve boş bir koridor da ilave ederek savunmanın arkasında ışınlanmış haldeki Gökdeniz'e yolluyor. O dakikaya kadar iki pası bir araya getirememiş ev sahibi takım böylece ilk defa elektrikli bir şeyler göstermiş oluyor. Çağdaş, arkadaki geniş boşluğu koşup, son bir hamleyle ayağını Gökdeniz'in şutuna yetiştirmeyi başarıyor. Top bu ayağa da çarpıp Beşiktaş kalesine giriyor.
20 dakikalık bölümde Carew'le defalarca Trabzon kale çizgisine top taşıma becerisi göstermiş, makul sayıda şut atmış bir takımdı Beşiktaş ve ben "Bir takım gol yiyecekse işte böyle yemeli" demiştim. Fatih'in pasına engel olmak için yapılmış bütün hamleler cansiperaneydi. Çağdaş'ın geriye koşusu can havlinden farksızdı. Hatta topu kaptırdığı için Sergen'e bile kızmadım. Oyunda top kaptırmadan idare etmenin ne kolay yolları var, bilmez miyiz? Takımımın, bu Kuddusi nam felaketin Çağdaş'a kırmızı kart gösterdiği 61. dakikaya kadar olan bölümdeki performansından ziyadesiyle memnundum. Ondan sonrası, dediğim gibi sadece benden değil, herkesten gaspedilmiş, ömürden eksiltilmiştir.
Schuster'e beslediğim derin muhabbetin gerekçelerini izah edebilmem için şu diziliş ve mevkilerle alakalı tanım sorununu gidermemiz lazım. Benim lugatimde savunma hattı güçlü takım yoktur. Onun yerine "iyi savunan takım" demek isterim. Orta sahası kuvvetli takım da yoktur. "Orta sahayı iyi kullanan takım"a meylederim. Ama hücum hattı için küçük bir istisna mümkün. Cümleyi her iki şekilde ayrı ayrı kurmaya itirazım olmaz. Yani, hem "forvet hattı becerikli takım" diyebiliriz, hem de takımın bütün unsurlarını içine katan bir içerik yükleyerek "hücum gücü yüksek takım" diyebiliriz.
İyi takım, iyi savunma yapan, orta sahayı iyi kullanan ve hücum gücü yüksek takımlara, fazladan forvet becerisi ilave ederek yapılır. İyi savunmacı, iyi orta saha ve iyi forvet oyuncularını bir araya getirerek montajlama yoluyla elde edilecek portatif takımlar için "iyi takım" değil başka bir şey demek lazım. "Kazanan takım" ve "hedefi olan takım" tamlamalarını da bu "başka şey" alternatifleri arasında koyuyorum. "Kötü oynarken bile kazanmayı bilmek" lafına, bu tür takımların yarıştırıldığı liglerin demeç dili ve edebiyatında rastlanıyor.
Oyuncu doğru hamleler yapamıyorsa bunun tek nedeni savunma ve hücum pozisyonlarında doğru yerde bulunmak veya isabetli tepki vermekle ilgili alışkanlıklar kazandıracak egzersizlerin yeterince bellenmemesi olmayabilir. Aynı zamanda oyuncunun, rakipten daha hızlı, daha kıvrak daha dayanıklı ve daha daha daha... şekillerde aksiyon gösterebilecek takata sahip olmasına da ihtiyaç var. Oyunda rakipten daha başarılı olabilmesi için oyuncunun hamlelerinde kullandığı kas gruplarının, performansı en üst düzeyde gerçekleştirebilecek seviyelere çıkarılmasına fizik kondüsyon diyelim bence ve bu sözü sadece bu anlamıyla kullanalım. Yani, eldeki malzemenin en-iyileştirilmiş halde bulundurulması durumu. Fizik kondüsyon lafının içeriksizleştiğini düşünenler meramlarını zahmet edip bu açık söylenişiyle anlatsın.
Rakibe üstün gelmek için fark yaratmanın bir yolu, malzemeyi en-iyileştirilmiş hale getirecek çalışmalar yapmak, yani enerji tüketme kapasitesini artırmaksa, öteki yolu da enerjiyi efektif kullanmak olmalı. Yani en gerektiği yerlerde, en doğru aksiyonu, en güçlü biçimde yapmak. Buna "konsantrasyon" dedikleri dikkat eforunu ya da alarm performansını (belki de daha isabetli bir tercihle biz sıradan fanilerin ancak ölüm tehlikesi durumlarında tecrübe edebildiği can havli enerjisi demek lazım) eklerseniz sizinkinin, rakiplerden daha iyi bir takım haline gelmesi ihtimal dahiline girer.
Beşiktaş, sezon başından beri, asıl eforunu yüksek konsantrasyon ve dikkatini kırmızı alarm seviyesinde tutmak için harcıyor. Savunma pozisyonlarında kalecisi dahil her bir oyuncusuyla topa ve onun dolaştığı bölgelere saldırarak oynuyor. Hücumda da isabetli ve hızlı paslar, minimum zaman kaybıyla pozisyonu sonuçlandırma ilkesi var. Bu sadece taktik ve stratejik tercih değil, aynı zamanda mental bir konsept. Göze hoş gelen tempolu maç görüntüsünün sebebi bu.
Takımın oyuncularının ihtiyaç duyulan anlarda ve bölgelerde daha diri kalabilmesi için gereken fazladan enerji, büyük ölçüde kaleyle orta saha arasındaki geniş coğrafyanın boş tutulmasından tasarruf ediliyor. Beşiktaş kalecisi maçları genellikle bu geniş bölgede tek başına oynuyor. Beşiktaş'ı İnönü'de iki gol atarak yenen Büyükşehir Belediye mesela aynı ilave enerjiyi, Beşiktaş'ın tam tersine rakip kale ile orta saha arasındaki coğrafyadan çekilmeyi tercih ederek tasarruf etmeyi düşünmüştü. Maçı kazanmadılar mı? Evet kazandılar. O halde, öylesi daha mı çok sonuç alıcı? Bilemiyorum. Ben öyle öyle alınmış sonuçlarla şampiyon olmak istemem.
Bu tam bir cenk ahlakıdır, düello töresidir. Maçı kazanmak için gösterilecek iştah, hayatta kalma güdüsünün sınırlarına kadar olan büyüklükte olmalıdır. Bu karakterde Beşiktaşlılar için, bonuslu puanlarla kazanılacak şampiyonluktan daha büyük şan, şeref ve gurur vardır.
2004 yılında oynanan Trabzonspor-Beşiktaş maçını hatırlamak için tıklayın
Hiç yorum yok: